20. yüzyılın ilk yılları... Mexico City yakınlarındaki Coyoacan'da 6 Temmuz 1907 'de dünyaya gelen Frida Kahlo sanat tarihinin belki de en bağımsız ve en tutkulu kişisiydi. Yaşadığı talihsiz olayları iç dünyasındaki renklerden geçirdi. Renklerini ne kadar çoğalttıysa o kadar karmaşık bir hayat sürdü Frida. Fırtınalı yaşamına ait cümleleri duyduğumuzda "Keşke bunları yaşamasaydı" dediğimiz oluyordur. Ama Frida'nın renkli tablolarını, yaşantısının renksizliğine borçlu olduğunu düşünmekten de kendimi alamıyorum.
Çocukluğun ilk yıllarında geçirdiği felç ve 1925'de yaşadğı trafik kazası Frida'nın hayatında dönüm noktası olarak yer aldı. Trafik kazası sonucu Frida'nın leğen kemiği, omurgası ve bel bölgesi üç farklı noktadan, üçüncü ve dördüncü kaburgaları, sağ bacağı ile leğen kemiği de üç farklı yerden kırıldı. Cinsel organı da yara aldı. Yaşadığı bu kaza Frida'nın bedeninde ağır yaralanmalara yol açtı. Fakat bir o kadar da özünden dışarıya fışkıracak olan renklerin habercisi oldu.
Kazayla ilgili olarak Frida daha sonra şunları söyleyecekti: "Benim zamanımda otobüsler hiç de güvenilir değildi; henüz yeni kullanıma girmişlerdi ve pek rağbet görüyorlardı. Tramvaylar boşalmışlardı. Alejandro Gomez Arias'la otobüse bindim. Kısa bir süre sonra otobüs ile Xochimilo hattının treni çarpıştı. Tuhaf bir çarpışmaydı bu; şiddetli değil, ağır ve yavaştı, herkesi sarstı. Beni daha da çok sarstı. Önce başka bir otobüse binmiştik .Ama küçük şemsiyemi unuttuğumu görünce, aramak için indik. Beni harabeye çeviren otobüse böylece bindik. Kaza bir kavşakta oldu. İnsanın çarpışmanın farkına vardığı, ağladığı doğru değil. Gözümden bir tek damla yaş akmadı ve demir çubuk, kılıcın boğayı delmesi gibi beni deldi geçti."
Yaşamını mavi evlerinin yatak odasında geçirdi Frida. Çektiği bedensel ve zihinsel acılarını kendisi ile en çok ilgilenen babasına bile yansıtmadı. Kendisini görmek için tavana bir ayna astırdı. Ayna fiziksel görünümün parçası değildi Kahlo için. O ayna, kendisine iç dünyasının dalgalarını gösteriyordu. Aynadan kendinden ötesini gördü. Yeri geldi aynasıyla konuştu yeri geldi kendisini dinleyen aynası oldu.
Frida'nın düşüncelerindeki kararlılık, keskinlik ve iniş çıkışlar ilk otoportrelerine yansımaya başlamıştı bile. Sadece kendisini anlamakla meşguldü. Kendisini görmek, göstermek istiyordu.Kendisini çizmek, yataktaki hasta bedenine dokunmaktı onun için. Bunu hissettikçe fırçaları elleri ile bütünleşiyordu. Her geçen gün fırçalarından çıkan resimleri çoğalıyor ve fırçalarındaki izler derinleşiyordu tuvallerinde.
Bir fil ve güvercinin yaşamı
Frida, Meksikalı Michalangelo olarak anılan ünlü ressam Diego Rivera'yla da tanışmak istiyordu. Amacı dönemin duvar resmi ustası Diego'nun eleştirilerini duymaktı. Bunu duymak için Diego'nun yanına elinde tablolar ile gitti. Diego yüksek merdiveninde duvar üzerinde çalışmaktaydı. Bir yandan işini yaparken bir yandan kendisine tablolarına bakmasını söyleyen Frida'ya üstünkörü cevaplar veriyordu. Bu garip diyalogla başlayan tanışıklık 21 Ağustos 1921'de evliliğe dönüştü. Frida günlüğünde kocası ile ilgili ailesinin onu şişman bulduğunu ve babası tarafından uyarıldığını söylüyor. Kendilerinin bir fil ve güvercinin yaşamı olarak benzetildiğine dair cümleler günlüklerin arasında yer alıyordu.
1930'da Amerika‘ya giden çift, Rivera'nın aldığı duvar resmi siparişleri bitene kadar orada yaşadılar. Frida'nın dönemin sanat dünyası ile tanışıklığını artıran kocası Diego idi. Her ne kadar böyle olsa da Frida hiç bir zaman eşinin gölgesinde kalmadı. O'nun sıradışı karakteri bunun olmasına izin vermedi.
Frida yaşadığı talihsiz olayların pençesinde tablolarını çoğaltmaya devam ediyordu. Evliliğinin ilk yıllarında hamile kaldı. Geçirdiği ağır kazanın izlerinin üstüne aralarındaki anlaşmazlıklar eklenince çocuğunu aldırdı. Daha sonrasında da iki kez düşük yaptı. Bu olaylar Frida'nın ellerinde My Birth (1932) ve Henry Hospital (1932) tablolarını doğurdu.
Henry Ford Hospital, 1932
Frida, Rivera'nın başka ilişkileri olduğunu da öğrendi ve çift oldukça fırtınalı geçen evliliklerini 1939 yılında sonlandırdılar. Ancak bir sene sonra, 1940'da yeniden evlenip Frida'nın çocukluğunun geçtiği Mavi Ev'e yerleştiler. Bu dönemde Frida New-York'ta açtığı sergi ile dünyaca ün kazandı. Ardından Paris'te de bir sergi açarak ismi dönemin Avrupalı sanatçıları tarafından anılmaya başlandı.
Frida için yaşadıkları tüm sorunlara rağmen Diego'nun anlamı büyüktü, kocasıyla ilgili olarak şunları yazmıştı: "Başlangıç Diego ... Yapıcı Diego ... Çocuğum Diego..Ressam Diego ... Babam Diego ... Oğlum Diego...Sevgilim Diego ... Kocam Diego... Dostum Diego ... Anam Diego... Ben Diego...Evren Diego"
Sağlığı sık sık bozulan Frida, bütün gücüyle resim yapıyor, eserlerinin gördüğü ilgi onu çok heyecanlandırıyordu. Ancak çocuğu olmadığı için üzülen sanatçı evcil hayvan besliyordu.
1941'de "Ben ve Papağanlarım" ve 1953'te "Maymunlarla Otoportre" isimli çalışmalarına imza atan sanatçı, aynı yıl 'La Esmeralda' adlı bir sanat okulunda öğretim üyeliğine başladı. Sağlık durumu kötüleşmesine rağmen ders vermeyi sürdüren Frida, 1950 senesinde daha önce olduğu ameliyatlar nedeniyle dokuz ay hastanede yatmak zorunda kaldı. Frida ülkesi Meksika'da ilk kişisel sergisini ise 1953 senesinde açtı. Aynı yılın temmuz ayında sağ bacağı kesilen Frida'nın başarılarla ve acılarla dolu yaşamı, akciğer ambolisi nedeniyle 13-temmuz 1954'te sona erdi. Sanatçının ölmeden önce tamamladığı son eser ise "Yaşasın Hayat" isimli natürmort çalışmaydı.
Frida'nın kaleminden ...
Diego için, "O benim gözümde bir devdi. Sözcüğün hem kutsal hem de gerçek anlamında. Herşeyi dev boyutlardaydı. Üretkendi, canlıydı, yaşam, enerji, söz, hareket, dinginlik, fikir ve resim doluydu. O güne kadar ki çalışmalarını yüzlerce kilometrekare olarak ifade etmek mümkündü. O daha dışa, toplumsal olana açıktı, bense içe, insanın mahremiyetine dönüktüm.
Aynı türden bu yakınlığın, birbirimizin çalışmasına yönelttiğimiz bu bakışın ve bu konudaki eleştirilerinin yaşamımdaki en güzel şeylerden olduğunu düşünüyordum. İlişkimizin en güzel yönlerinden biri de buydu."
"Diego'ya aşık oldum, ailem bundan hiç hoşlanmadı; çünkü Diego bir komünistti ve bizimkiler onu çok çok çok şişman Breughel'e benzetiyordu. Bunun bir fille beyaz güvercinin evlenmesini andırdığını söylüyorlardı. Her şeye rağmen 21 Ağustos 1929'da evlendik. Diego'ya; 'Kızımın hasta olduğunu ve yaşamı boyunca sağlık sorunları olacağını unutmayın. Akıllıdır ama güzel değildir. Bunu aklınızdan çıkarmayın. Her şeye rağmen onunla evlenmek istiyorsanız, rıza gösteriyorum' diyen babam dışında düğüne kimse gelmedi."
Frida (kendisinin de dediği gibi) mahremiyetine dönük bakış açısıyla gözlerini kendi ruhuna dikmişti. Yaşamının dalgalarını an an kaydetmişti tablolarına. Her daim yeniden doğmasına zorluyordu hayat, kıyafetlerindeki canlılık bunun sadece ufak yansımasıydı.
Frida'ya...
Pera Müzesi'nde Diego ile birlikte 40 yapıtın sanatseverlerle buluştu. Kimi tesadüfen uğradı, kimi heyecanla gelip defalarca baktı, kimi ise merakını yatıştırmak için gözlerini gezdirdi tablolarında. Bir baktım kalabalık oldu asılı tablolarının önü, bir baktım iki üç kişi kaldı. Bilmiyorum kimler gördü tablolarında ruhunda uçmaya çalışan güvercinleri. Belki de sadece fırçandan çıkan renklere hayran oldular, belki de elbiselerinin güzelliği konuşuldu. Bir gözüm fotoğraflarına eğik kafasıyla bakan çocuğa, diğer gözüm alnının ortasında çiçek gibi açan Diego'ya bakan teyzeme takıldı.
Duvarlardaki tablolarının kokusu yayılmıştı Müze'ye, aldı götürdü bizi hayatına. İyiki geldin.
19/01/2011
Furkan N. ALKAN