Geçtiğimiz ay, 27 Şubat günü Suriye sınırları içerisinde İdlib yakınlarında hareket halindeki Türk Silahlı Kuvvetleri konvoyuna yönelik Rusya Federasyonu destekli Suriye Arap Cumhuriyeti silahlı güçlerinin saldırısı sonucunda 33 asker hayatını kaybetmiş ve bu olay üzerine 28 Şubat'ta Türkiye, AB'ye gitmek isteyen mülteci ve göçmenleri durdurmama kararı alarak sınırlarını açtığını açıklamıştı.
Kararın açıklanmasıyla yüz binden fazla mülteci ve göçmen, her şeylerini geride bırakarak yeni bir hayata başlamanın umuduyla, kimisi yürüyerek, kimisi kendi olanaklarıyla, kimisi de AKP'li belediyelerin tahsis ettiği otobüslerle Pazarkule sınır kapısına ulaşmak için yola çıkmıştı.
Pazarkule sınır kapısına ulaşanlar, buradan Yunanistan'a giriş yapmak istemiş ancak Yunan askerlerinin sert müdahalesiyle karşılaşmıştı. Sınır kapısının tel örgüler, otobüsler ve askerlerle kapatıldığını gören mülteci ve göçmenlerin bir bölümü, sınır kapısının açılmasını beklemek için çadırlar kurarken, bir kısmı da botlara binerek, sınırı Meriç Nehri üzerinden geçmeye çalıştı.
5 Mart günü Edirne Otogarı'na ayak bastığımda, yüzlerce kişinin otogarın çevresinde, içerisinde ve arazideki metruk bir binada, vatandaşlardan ve sivil toplum örgütlerinden gelen yardımlarla bekleyişlerini sürdürdüklerine tanık oldum.
Konuştuklarımın çoğu Afgan, Türkmen, İranlı ve Suriyeli idi. Türkiye'nin Avrupa dışındaki bölgelerden savaş ve ölüm riski nedeniyle gelenleri, uluslararası tanımlamalara ve anlaşmalara rağmen mülteci olarak tanımaması ve bu yönde statü vermemesi nedeniyle uluslararası hukukun tanıdığı haklardan yararlanamayan bu insanların anlattıkları genel olarak birbirine benziyordu: "Savaştan kaçtık. Yorgunuz. Çok acılar yaşadık. Her şeyimizi kaybettik. Her şeyi geride bıraktık. Türkiye'yi çok seviyoruz fakat iş yok, para yok, sağlık yok. Gerekirse ölürüz fakat asla dönmeyiz" diyorlardı.
6 Mart sabahı erken saatlerde Tunca Nehri kenarında, otogar çevresinde ve köylerde bekleyenler toplanarak, otobüslere bindirildi. Beklemek istemeyenlerin bir kısmı İstanbul'a gönderilirken, kalmak isteyenler Pazarkule sınır kapısındaki kampa yerleştirildi.
Aynı gün öğlen saatlerinde sınıra çok yakın olan Karaağaç Köyü'ne gittiğimde yüzlerce mülteci ve göçmen ile karşılaştım. Sınırın bir kısmı tellerle çevrelenmiş ve her 10 metrelik alana güvenlik için asker yerleştirilmişti. Mülteciler ve göçmenler, günün belli saatlerinde askerler tarafından kontrollü biçimde açılan bu tellerden giriş-çıkış yapıyorlar, tarladan geçip Karaağaç'a gelerek temel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorlardı.
Akşamüzeri sınırdaki girişin kapanmasına az bir zaman kala, mülteciler ve göçmenler dönüş yoluna koyulmaya başladılar. Kolluk kuvvetleri, gazeteciler dahil kimseye göz açtırmıyor ve çok sert müdahalede bulunuyorlardı. Telefonla kayıt alanlar ağır hakaret ve küfre maruz kalıyordu. Son bir hafta içerisinde onlarca gazeteci gözaltına alınmıştı. En sonunda kampa gizlice bir mülteci gibi görünerek girmeye karar verdim. Gerekli kıyafet değişikliğinden sonra diğerleriyle beraber tel örgülerden geçip kampa girdim.
Suriye'den gelen ikisi de henüz 19 yaşındaki yakın arkadaşlar Muhammed ve Cuma bana yardımcı oldular ve geceyi kamp alanında güvenli bir şekilde geçirmemi sağladılar.
28 Şubat'ta başlayan süreç sonrasında Pazarkule sınır kapısında çatışmalar yoğun bir şekilde devam ediyordu. Yunanistan ve Türkiye güvenlik güçleri karşılıklı olarak birbirlerine göz yaşartıcı gaz ve duman bombaları atıyor, Yunanistan'ın çok sert müdahaleleri sonucunda birçok mülteci ve göçmen ciddi şekilde yararlanıyor, zaman zaman ölümle sonuçlanan vakalar meydana geliyordu. Plastik mermilerin de kullanıldığı çatışmalar esnasında çok sayıda insana ve çadıra mermi isabet etti. Göz yaşartıcı gaz ve dumandan bebekler, çocuklar ciddi bir şekilde etkilendi. Çatışma bütün gece, sabaha kadar devam etti. Kamptaki insanlar şiddetli müdahaleden etkilenmenin yanı sıra, özellikle sabaha karşı artan soğukla da baş etmeye çalışıyordu. Gece boyunca çok üşüdüğümüzden ara ara ateş yakmak zorunda kaldık. Gazdan etkilenerek kan kusan bebeklerin ve soğuktan kuru kuru öksüren çocukların sesi sabaha kadar kesilmedi. Devletler arasındaki bu ‘insan pazarı'ndan en çok onlar etkileniyordu. İnsanlığın bittiği sınırın tam ortasındaydım.
Bütün gece uyuyamamıştım. Sabahın erken saatlerinde Muhammed'le birlikte nehrin kenarına yürüdüğümüzde kamp alanının korkunç koşullarına şahit oldum. O soğukta kimisi nehirde yıkanıyor, kimisi geceyi geçirebilmek için ormandan odun topluyordu. Çadıra döndüğümde kilometrelerce uzanan yardım kuyruğuyla karşılaştım. Mülteci ve göçmenlerin bu yardımları alması saatler sürdü.
Çatışmanın çok yoğun olduğu öğlen saatlerinde, mülteci ve göçmenleri sınıra yönlendirmek için tarla tarafındaki teller tekrar kontrollü biçimde askerler tarafından açılıyordu. Biz de bu fırsattan yararlanıp çıkmaya karar verdik. Gizli bir şekilde çıktığım bu çatışma noktasında, yaralı mı, ölü mü olduğunu bilmediğim bedenler yine mülteciler tarafından taşınıyordu. Tarladan çıkıp, yorgun, üzgün ve öfkeli bir halde köye ulaştığımızda Muhammed ve Cuma, bu şartlara daha fazla dayanamayacaklarını söyleyip, İstanbul'a doğru yola koyuldular.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen mülteciler ve göçmenler bir arada kalarak birbirlerine destek olmaya çalışıyorlar. Türk kolluk kuvvetleri bu insanlara Yunanistan kapılarını zorlamaları için yoğun bir şekilde baskı yapıyor ve ortamın sakinleşmesine izin vermiyor. Temizlik ve hijyen açısından oldukça kötü durumda olan kampta binlerce mülteci ve göçmenin zor şartlar altındaki tedirgin bekleyişleri sürdürüyor...