Bu topraklara doğduğumuz andan itibaren karanlık, kocaman bir kapının önünde buluveriyoruz kendimizi; içeriye girmeye zorlanırken girmeden önce yapmamız gerekenin korkunun öğrettiği o saygıyla kapıya yavaşça vurmak olduğunu biliyoruz. Bugün de o kapının ardında işlenen ders yıllar öncesiyle aynı! Kaygımız şundan ki, geçmiş insan öykülerinden bildiğimiz üzere, ders boyunca birer ikişer ve çoğalarak "yok" edileceğiz.
İstiklal Caddesi'nde her cumartesi günü bir araya gelen kalabalık bizi ellerinde tuttukları fotoğraflardaki yüzlerin hikayelerine çağırıyor öfkeyle; hayat hikayelerine. Kendilerine "Cumartesi Anneleri" ismini veren kayıp yakınları öldürülen oğullarının, eşlerinin, babalarının öyküleriyle belleklerimize kirli tarihimizi bir kez daha kazıyor; kimimiz dinledikçe utanıyoruz, meçhul oldukları söylenegelen failler ise yıllar öncesinden bugüne taşan utançsızlıklarıyla devam ediyorlar yol boyu: Aileler hala kayıplarının bulunmasını, kemiklerinin kendilerine verilmesini, faillerin ise bir an önce yargılanmasını bekliyor. Sorumuza yolun sonundan başlayalım utanarak; bir insan neden sevdiğine ulaşmanın kavgasında bulur kendini? Bunu sevdiklerimizin yanımızda, bizimle birlikte yaşıyor olduklarından emin ve aksinin katlanılamaz acı vereceğini şimdiden duyamsayan "yaşayan"lar olarak soralım.
80'lerde, generallerin postal seslerinin ülkede yankılandığı dönemde hız verilen, 90'larda Kürtler'in yoğun yaşadığı coğrafyada şiddetlenen politika doğrultusunda Kürt oldukları için, örgütlü oldukları için, muhalif oldukları için birçok insan devletin bazı teşkilatları tarafından kaçırıldı, gözaltında kaybettirildi, işkencede öldürüldü. Öldürülenlerin bedenlerinin "kimsesizdir" denilip boş bir alana atıldığı, adına kimsesizler mezarlığı denilen bu yer, utancın en açık mekanlarından biri. Hasan Ocak'ın işkenceyle neredeyse tanınmayacak hale getirilmiş bedeni, annesinin, babasının, kardeşlerinin, arkadaşlarının inadına sürdürdükleri mücadeleyle işte burada bulundu on beş yıl önce. Hasan'ın babası da yaşadığımız bu yerde değil artık. Annesi Emine Teyze, oğlunu önce sağ bulmak için, bir zaman sonra ise ölü bedenine ulaşmak için verdiği kavgayı ve yorgunluğunu, öfkeyi, umudu ve umutsuzluğu gözlerinde biriktirmiş. 15 sene sonra oğlunun fotoğrafını eline aldığı anda hepsi Hasan'ın yüzünde görünür oluyor birden; Emine Ana ağladıkça utanıyoruz.
Hasan'ın hikayesi Halil'in hikayesiyle birleşiyor, başka tarihte ve mekanda: Halil, bir gece eşi ve çocuklarıyla evine dönerken, dışarıda, tam evlerinin önünde zorla bir arabaya bindiriliyor. Gece onu arabaya bindirenler, karakolda Fikriye Abla'ya "Bizde yok," diyorlar. On sekiz gün boyunca karakollarda onu bulmaya çalışıyor Fikriye Abla; her defasında aldığı yanıt aynı. On sekiz günün sonunda morga kaldırılmış bir bedenin, eşi olup olmadığını tespit etmesi için Ankara'dan çağırılıyor; umut bir kez daha soluksuz bırakıyor.
Altı sene öncesinden uzayıp gelen bir oğlun çığlığı sadece bilinmezliğin boşluğunda yankılanıyorsa, bu Arjantinde'de, burada da ve dünyanın bütün dillerinde vahşet demektir. Tolga, altı senedir kayıp. Evindeki giysileri, kitapları, kasetleri, üniversitede aşık olduğu kadın için yazdıklarını topladığı defteri, çocukluğundan kalma oyuncakları, satranç takımı, hepsi onun döneceği düşünü annesinin zihninde canlı tutarken; dönmediği her gün tüm bunlar onun yokulğunu git gide keskinleştiriyor. Kulağında oğlunun sesiyle Kadriye Abla, umuduna dokunabilmek için, tek başına ve kalabalık mücadelesine devam ediyor senelerdir.
Heybetli karanlık kapının ardındaki kara tahtanın üzerinde binlerce isim yazılı şimdi; birdenbire "yok" edilen yaşamlar kazılı.
Uzakta ona benzeyen biri, kapıya doğru yaklaşan ayak sesi, sabaha kadar çalan telefon, hepsi kayıp yakınlarının umutlarını ve bekleyişi diri tuttu her seferinde. Ne var ki bu coğrafyada umut etmek işkencenin başka türlüsüymüş meğer; bunu da o "derste" gördüler.