Aklımın cehennemidir bu.
Aklım; cezam benim,
göğsümün bileğ taşı,
zamana karşı mağlubiyetim…
Zaman;
geçmişe attığım ilk adım…
Hafıza odalarımda kaydettiğim fotoğrafların canlandırmalarıyla, hem derin bir özlem hem de çocukluğun o en geniş sınırlarına yapılan bir yolculuk olan bu projeyle, atıyorum geçmişe ilk adımı. Bunu yapma istenci, bedenimin tam ortasından hadm edilen bağ ile ruhumun her ücrasına işle(n)miş o bağın koparılma kuvvetiyle doğdu. Bu kuvvet öylesine zorladı ki ruhumu, zihnim bu bağın boşluğunda bir araf yaratıp bedenimi savrulmanın eşiklerinde adeta yeniden doğurdu. Yusuf'un atıldığı kuyular gibi bin bir kuyu yaratır oldum kendime. Kesinlikle birbirimizden farksız kuyularımız var demeden hemen önce…
Bu çalışmamın, kuyudan çıkartıp kendimi bozkırın palazlarını göğerten güneşe mandalla kendimi asma yolculuğum olması kadar, yeniden ve daha gür boy verme arsızlığını taşıması gerekliydi. Bunu elbette, kutsiyeti rahmine düşmemle meşrulaşmış ‘figür-an' sayılan değil, rahminde bir evren/yuva barındıran o tanrıçalaşmış kutsiyetle yapmak gerekiyor, bir ‘ANNE' ile… Derdine bir dağ, geçmişe bir ah…
- Ya Star!
- Kırklar yediler, pirler ulular, medet!
Bin bir dua ile korunan bu kapıdan girelim usulca. Ömrümüzün tesbih taneleri gibi dara çekildiği o ilk mahşere… Una belenmiş ellerin, al kınalar ile yuğunduğu göğe açılmış ellere… Acı ve kederin sessiz çığlığının anıların geri dönülmez pişmanlıkları yarattığı günlere… Besmeleyle girdiğimiz evlerin tüm bismillah sularıyla yıkandığı eşiklere… Bir hışımla tükürüp göğe ruben yüzüne, taşı taşla dövüp yosunundan al kınalar yaktığımız dağlara… Dağlar ki başı her zaman duman, başı kar boran…